"Hatay'ın O Günleri" ve bir düzeltme

Hatay Devleti Millet Meclisi eski üyelerinden sayın Hamdi Selçuk’un , yayınladığı ve bir tanesini de bana göndermek nezaketinde bulunduğu “Hatay’ın O Günleri” kitabının 2. baskısını dikkatle okudum. 150 sayfa tutan, eklemelerle yeniden basılan bu kitabı Hataylı herkesin, özellikle genç kuşağın okumasını salık veririm. Kitap okunduğunda 40 Asırlık Türk Yurdu Hatay’ın hangi koşullar altında, ne fedakarlıklarla kurulduğu, bu uğurda kimlerin canla başla çalıştıkları anlaşılacaktır.

Sayın Hamdi Selçuk, kitabında 1936 yılında benim Tayfur Sökmen’le birlikte zamanın başbakanı İsmet İnönü ile görüştüğüme de değinmektedir. Ankara’da gene dönemin Maarif (M. Eğitim) Bakanı Saffet Arıkan ve Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Rifat Menemencioğlu’nun da hazır bulunduğu bu toplantıya ait pasajda küçük bir yanlışlıkla karşılaştığım için bu satırları yazmak gereğini duydum. Görüşmede Başbakan İnönü ile ben konuştum, Tayfur Sökmen’de yanımdaydı. Görüşmede Hatay’da yapılmak istenen seçimler ve Suriye Meclisine milletvekili gönderip göndermeme konusu değil, Hatay’ın Anayurda gereken çalışmalar ve izlenecek politika konusu ele alınmıştır. Bu görüşmeyi ben geçen yıl (1970) “Atayolun”nda yayınladığım anılarımda bütün ayrıntılarıyla anlatmıştım. İleride yazılacak Hatay Kurtuluş Tarihine ışık tutacağına inandığım ve içinde bizzat bulunduğum bu konuyu aydınlatmak amacıyla tekrar kaleme almak zorunda kalıyorum. Yine inanıyorum ki sayın Hamdi Selçuk arkadaşımız da benim davranışımı yarinde bulacaktır.

Şimdi tekrar o günlere dönüyorum:

Suriye ile Fransa arasında 1936 Eylülünde Paris’te imzalanan anlaşma ile Suriye Fransız mandasından kurtulmakta ve egemen bir devlet olmaktaydı. Anlaşmayı imzaladıktan sonra İstanbul üzerinden yurtlarına dönmekte olan Haşim Atasi başkanlığındaki Suriye heyetini İstanbul’da karşıladım. Kendileriyle randevu alarak Pera Palas Otelinde bir saat süren bir görüşme yaptım. Hatay’ın en karanlık günleriydi. Suriye egemenliğini alırken (o zamanki deyimle) İskenderun Sancağının durumu ne olacaktı? Acaba yeniSuriye-Fransa anlaşmasında Sancak’la, yani Hatay’la ilgili bir hüküm varmıydı? Bizim durumumuz ne olacaktı? Hatay Heyet-i Temsiliyesi bunu öğrenmek ve Anayurttaki devlet adamlarıyla görüşerek direktif almak görevini bana vermiş, bunun için İstanbul ve Ankara’ya gitmem kararlaştırılmıştı. Önce İstanbul’a gittim. O zaman İstanbul’da bulunan Adalet Bakanı ve Dışişleri Bakanı Vekili Şükrü Saraçoğlu ile Park Otel’de görüştüm. Ertesi gün İstanbul’a gelecek olan Suriye heyetiyle görüşeceğimi anlattım, direktif aldım.

Haşim Atasi başkanlığında Sadullah Cabiri, Cemil Mürdüm, Emir Mustafa Şahabi, Naim Antaki ve eski Osmanlı Albaylarından Ahmet Lanham’dan kurulu heyetle Pera Palas Otelinde görüştüm. Suriye uyruklu bir Türk gazetecisi sıfatıyla kendilerine bir çok sorular sordum. Bu arada asıl amacım, İskenderun Sancağı hakkında Fransa-Suriye anlaşmasında bir hüküm olup olmadığını öğrenmekti. Fakat heyetin sözcülüğünü yapan Sadullah Cabiri ve heyetin diğer mensupları sorularıma hep kaçamak yanıtlar verdiler. İskenderun Sancağı konusunda kaçamaklı yollardan gelerek hiç bir açıklamada bulunmadılar.

Ertesi gün Saraçoğlu ile tekrar görüştüm. Suriye heyetiyle yaptığım görüşmenin özetini anlatarak, heyet üyelerinin hiç de iyi niyet sahibi olmadıkları inancına vardığımı anlattım. Saraçoğlu bu konuyu Ankara’ya giderek Başbakan İsmet İnönü ile görüşmemin, direktifleri İnönü’den almamın daha uygun ulacağını söyledi. Telefonla ertesi gün için İnönü’den randevu aldı. Atatürk İstanbul’daydı. Saraçoğlu’nun bu girişimi üzerine Tayfur Sökmen’le birlikte Ankara’nın yolunu tuttuk. 26 Eylül 1936 sabahı Ankara’da idik.

Başbakan İsmet İnönü bizi o gün saat 16.00’da eski Dışişleri Bakanlığı binasında kabul etti. Maarif (M. Eğitim) Bakanı Saffet Arıkan ve Dışişleri Genel Sekreteri Numan Rifat Menemencioğlu da yanındaydı.

İnönü bana:

-Söyle bakalım, ne istiyorsunuz? dedi.

-Paşam, uzun ayrıntılarla sizi yormak istemem. Bizim tek istek ve dileğimizi bir kelimeyle sunacağım: İsteğimiz “İlhak..”

-İlhakın ne demek olduğunu biliyor musun?

-Evet, biliyorum. Anayurda katılmak ve esaretten kurtulmak.

-Hayır.. İskenderun ve havalisinin Türkiye’ye katılmasının anlamı Fransa’ya savaş ilan etmek demektir. Biz 15 yılda bu duruma getirdiğimiz ülkeyi bir maceraya sürükleyemeyiz. Şimdi size bir istiklala kazandıralım, ne dersiniz?

-Bizim yüzümüzden Anayurdun bir savaş tehlikesine girmesine, bir maceraya sürüklenmesine asla razı değiliz. Eğer böyle bir tehlike varsa biz 100 yıl daha esarette kalmaya razıyız. Yeter ki Anavatan sağolsun.. İstiklal konusuna gelince.. Bizim Ankara İtilafnamesiyle alınmış bir istiklalimiz var. ama bunu Fransızlar şimdiye kadar uygulamadılar. Eğer bize alacağınız yeni istiklalin uygulamasında sizin de bir müdahaleniz olacaksa, buna geçici olarak razı oluruz.

-Bu iş barış yoluyla ve aşama aşama çözümlenecektir. Şimdi benim vereceğim direktifleri alır ve Sancakta izleyeceğiniz tutumu buna göre yürütürsünüz. Bundan sonra da benim vereceğim direktiflerle yolunuza devam edersiniz.

İnönü’nün verdiği direktifleri not ettim. Bu arada Sancak sınırlarının dışında kalan 40 bin su katılmamış soydaşımızla meskun olan Bayır-Bucak durumunun ne olacağını sordum. İnönü, konuşmalarımızı dikkatle dinleyen Menemencioğlu’na döndü ve:

-Bu konuda ne düşünüyorsunuz, diye sordu.

Bayır-Bucak, 1921 yılının 20 Eylül tarihine kadar Sancağın Antakya ilçesine bağlı 2 bucak idi. Fransızlar, Ankara İtilafnamesinin imzalanmasından 1 ay önce, 20 Eylül 1921’de bu 2 bucağı Antakya ilçesinden alarak Lazkiye Sancağına bağlamışlardı. 21 Ekim 1921’de, yani Ankara Anlaşmasının imzalanmasından tam bir ay önce yapılan bu işin bir oldu-bittiden başka bir şey olmadığını, bu suretle Bayır-Bucak Türklerinin Sancak sınırları dışında kalmak bahtsızlığına uğradıklarını anlattım.

Anlaşmanın Fransızca metnini okuyan Dışişleri Genel Sekreteri Menemencioğlu:

-Hukuk yönünden bizim Bayır-Bucak için bir şey çıkarmamız mümkün değildir. Fakat Fransızlarla görüşmelerimizde bu konuyu bir koz olarak kullanabiliriz, dedi.

Bu suretle Bayır-Bucak ulusal sınırlaımız dışında ve kendi kaderleriyle başbaşa kalmış olacaklardı.

Başbakan İnönü bana direktifleri verdikten sonra Saffet Arıkan’a:

-Siz bu akşam İstanbul’a gidiyorsunuz değil mi? İstanbul’da Atatürk’ü görüp bu arkadaşa verdiğim direktifleri kendisine anlatın ve onayını alın, dedikten sonra bana döndü:

-Siz de Saffet beyle birlikte İstanbul’a gidin. Direktifler Atatürk’e arzedilsin, ondan sonra yolunuza devam edebilirsiniz, dedi.

Halbuki ben İstanbul’dan Ankara’ya gelirken bavulumu garda emanetçiye bırakmıştım. Çünkü programım Ankara’da İnönü ile görüşüp direktif aldıktan sonra Halep üzerinden Antakya’ya dönmekti. İnönü’nün emri üzerine Saffet beyle birlikte İstanbul’a yeniden yollandım. Yolda Safet Arıkan’a ertesi gün kendisini nerede bulacağımı sordum. Bana:

-Vallahi, dedi, bu işin yarı biteceğini sanmıyorum. Çünkü yarın 26 Eylül Dil Bayramıdır. Atatürk Bayram hazırlıklarıyla meşguldür. Bayrama da mutlaka katılır. Bunun için yarın kendisini bulup direktifleri anlatmam güç olacaktır. Bunu ancak yarından sonra yapabiliriz, dedi.

Arıkan’a konunun önemini, sonucu sabırsızlıkla bekleyen Hatay’daki örgütün beni dört gözle beklediğini anlattım. Mümkün oldğu kadar süratle Hatay’a gitmemi sağlamasını, ne yapıp edip ertesi gün Atatürk’e direktifleri iletmenin bir yolunu bulmasını rica ettim. Bana ertesi gün, yani 26 Eylül için Park Otelde buluşmak üzere randevu verdi.

26 Eylül 1936 günü saat 14.30’da Park Oteldeydim. Bir ara yanıma bir görevli yanaşarak adımı sordu, söyledim. Otel görevlisi “Sizi telefondan istiyorlar” dedi. Telefonda karşıma Saffet Arıkan çıktı. Arıkan , Ankara’da İnönü tarafından bana verilen direktiflerin Atatürk’e arzedildiğini, ygun görülerek onayının alındığını, bu direktifle yoluma devam edebileceğimi söyledi. Ben de hemen yola çıktım.

Ben zaten Hatay’ın kurtuluş davasına inanmış kendimi bu davaya adamıştım. Ama bu son olay, beni daha çok sevindirerek umudumu perçinledi. Çünkü İsmet İnönü gibi Atatürk’ün sağ kolu olan bir başbakan bana direktifler veriyor, fakat başbakanın verdiği direktifi o ölümsüz adama bildirip uygun görüşünü almadan yola çıkmama izin verilmiyordu. Bunun anlamı çok derindi.

Atatürk ne söz verip de yapmamıştı. 15 Mart 1923’te Hataylılara Adana’da verdiği sözü de elbette yerine getirecek, elbette bizi de kurtaracaktı. Buna inanmak için insanın aklından yoksun olması gerekirdi.

O’nun söz verip de yapmadığı hiç bir şey yoktu.

Bu uğurda canlarını feda eden kutsal şehidlerimizi ve bizi bu günlere eriştiren Ulu Önder Atatürk’ü minnetle, şükranla anarken, bu mutlu günleri göremeden hakkın rahmetine kavuşanları da rahmetle yadetmekhepimiz için bir vatan borcudur.

Bu kutsal davaya inanarak karınca-kararınca emek vermiş ben ve benim yaşta olanlar da elbet bir gün toprak olacaklardır. Bildiklerini, gördüklerini kendileriyle bilikte toprağa gömmemeleri, bunları yansıtarak yarınki kuşaklara aktarmaları gerekir.

Tarihe malolan bu anıları her Hataylının bilmesi gerektiğine yürekten inanıyorum.

Hatay’ın O Günleri’nin 35. sayfasındaki “Basının Davaya Hizmeti” başlıklı bölümde 1928 yılında Antakya’da Şükrü Balcı’nın öncülüğünde çıkarıldığından söz edilen “Yeni Mecmua” adından da anlaşılacağı gibi bir dergi idi. “Yeni Mecmua”, bir yıl sonra “Yenigün” adını alarak günlük siyasi bir gazete oldu. “Yenigün”, çıkışından kapanışına kadar benimle Şükrü Balcı tarafından yönetilmiştir. Kitapta belirtildiği gibi bu gazete ile Mehmet Burç’un bir ilgisi yoktur. “Yenigün”ün Yazı İşleri Müdürlüğü ile imtiyaz sahipliğini Şükrü Balcı ile sırayla yaptık. 1938 yılında Fransızların “Yenigün”ü üçüncü kez kapatması üzerine “Atayolu” gazetesinin imtiyazını önce Seyfi Fehim (Erkal), daha sonra Mehmet Burç almış, “Atayolu” yayına 8 mayıs 1938’de başlamıştır.

“Yenigün”de Avukat Vedi Münir Karabay, “Muzaffer” takma adıyla, Ermeni vatandaşlarımızdan Avukat Firuz Hanzad çok keyecanlı makalelerle davaya hizmet etmişlerdir. Gazetenin kurucusu Şükrü Balcı ile ben de yazarlar arasında idik. Şükrü Balcı 1932 yılında “Baş Belası Hep Bu Topraktır”⁴² başlıklı makalesinden dolayı Fransızlar tarafından tutuklanarak elleri kelepçeli olarak Halep’teki Fransız muhtelit mahkemesine sevk edildi, 15 gün sonra 25 altın lira nakdi kefaletle serbest bırakıldı. Balcı’nın mahkemesi tutuksuz olarak devam etti.⁴³

Sayın Hamdi Selçuk’un kitapta belirttiği gibi, Hatay davasında basının hizmeti büyüktür. Antakya’da “Yenigün”den başka 150’liklerden Tarık Mümtaz Göztepe tarafından çıkarılmakta olan “Karagöz” gazetesi ile Halep’te çıkarılan, daha sonra İskenderun’a nakledilerek “Hatay” adını alan Nuri Genç’in yayınladığı “Vahdet” gazetesinin hizmetlerini takdir etmek, bu gazete sahiplerine teşekkür etmek, ödenmesi gerekli bir borçtur. Özellikle 150’liklerden olmasına rağmen, daha önce Antakya’da Fransızların desteğiyle çıkarılan “Antakya” gazetesinde Fransızlar lehinde yazılar yazan Tarık Mümtaz Göztepe, 1932’den itibaren bizimle birleşerek “Karagöz”, “Yenigün” ve Halep’teki “Vahdet” gazetesinde heyecanlı, cesur yazılar yazarak davaya hizmette bulunmuştur.⁴⁴

Sayın Hamdi Selçuk’un affına sığınarak Hatay Kurtuluş Mücadelesine ve ileride yazılacak Hatay tarihine ışık tutacak olan kitabındaki bazı yanlış hatırlamaları düzeltmemden kıvanç duyacağını umuyorum. Çünkü 50 yaştan aşağı Hataylılar, özellikle genç kuşaklar Hatay’ın Kurtuluş Mücadelesi hakkında kesin bilgiye sahip değillerdir. Bunun için Hatay davasının hangi zor koşullar ve çetin fedakarlıklar pahasına başarıldığını bu sütunlarda tekrarlamak, geçmişteki acı-tatlı günlerin anılarını yansıtmak, o günlerin heyecanını yeniden duymak, fırsatını bana verdiğinden dolayı sayın Hamdi Selçuk’a şükranlarımı sunarım.

Ben geçen yıl (1970) Hatay Kurtuluş Mücadelesine ait tanık olup içinde yaşadığım olayların bir bölümünü “Atayolu”nun sütunlarında aklımın erdiği, gücümün yettiği oranda 3 ay dizi halinde yayınlamıştım. Ama bu yeterli değildir. Hatay Kurtuluş Mücadelesinin gerçek, tam, tarafsız bir tarihi henüz yazılmamıştır. Bu eksiği tamamlamak bir yurt borcudur. Çünkü Hatay Kurtuluş Mücadelesinde olayları bilen ve tanık olanların sayısı çok azalmıştır. Bunların sayısı iki elin parmak sayısını geçmemektedir. Örneğin Abdulgani Türkmenler, Vedi Karabaylar, Samih Azmi Ezerler, daha bir çok kişi Tanrı’nın varlığına kavuşmuştur. Yaşayanlar arasında Tayfur Sökmen, Dr. Abdurrahman Melek, Dr. Zübeyir Göçmen, Cemil Cemaligil, ilk Hatay Valisi Şükrü Sökmensüer, Şükrü Balcı, bir de ben varım. Bizler de son yıllarımızı yaşamaktayız. Sağ kalanlar biraraya gelip ellerindeki belgelerle bildiklerini birleştirip Hatay Kurtuluş Mücadelesinin tam ve tarafsız bir tarihini mutlaka yazmalıdır. Hepimiz faniyiz. Bir gün elbette toprağa göçeceğiz. Bildiklerimiz de bizimle toprağa gömülecektir. Hatay gençliği ve gelecek kuşaklar bu yüzden kendi öz tarihinin bilgisinden yoksun kalacaktır.
Geç kalındığına inandığım bu işin gerçek alanına girmesi en büyük dileğimdir.

Selim ÇELENK

⁴² Şükrü Balcı, “Başbelası hep bu topraktır”, Yenigün, 10.8.1932
⁴³ Şükrü Balcı, 18 Ağustos 1932 günü serbest bırakılmıştır.
⁴⁴ Karagöz: Tarık Mümtaz Yazganalp (Göztepe) Antakya’da yayınladığı mizahi gazete. İlk sayısı 1 Ağustos 1933 tarihinde yayınlanmıştır.
Vahdet: Nuri Genç ve Refik Halit Karakayış (Karay)’ın Halep’te yayınladıkları gazete. İlk sayısı 18 Mayıs 1928 tarihini taşır. Halep’ten İskenderun’a taşındıktan sonra 3 Ekim 1937’de yayınına devam etti.
Hatay: Vahdet gazetesinin 7 Mayıs’ta idari makamlarca kapatılması üzerine yine Nuri Genç tarafından İskenderun’da 18.5.1938’de yayınlanmaya başlayan ve Ağustos 1939’da kapanan gazete.
Antakya: Antakya’da İspir Huri, Mahmut Ali, Firuz Hanzad ve Corc Medeni tarafından 15.3.1927’de kurulan haftalık gazete. Bu gazete kısa ömürlü olmuş, daha sonra yine aynı kişiler gazeteyi aynı adla Türkçe-Arapça yayınlanmışlardır. Suriye ve Fransa yanlısı olan bu gazete 1933 ortalarında kapanmıştır.